Dimad bin Sa’lebe (r.a.)
İçinde Allah ‘ın anıldığı ev ile Allah ‘ın
zikredilmediği ev, diri ve ölüye benzer.
Hadis-i şerif
Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan
bahsediyordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu. Bazıları
onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına
teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidayete yol
bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu.
Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci
kalamayacaklarını anlıyorlardı.
Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir
din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı
yoktu. “Bu iş devam etmez, biter” diyenler hep aldanıyordu. Çünkü en umulmadık
kimseler onun tarafına geçiyordu.
Günlerden bir gündü. Mekke’de bir sokak başında bir
araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu
nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.
Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebu
Cehil geliyordu. Bu azılı müşrik her türlü düşmanca planların yanında ve
başında idi. Beraberinde Utbe bin Rebia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur
İslam düşmanı da bulunuyordu. Konuşan yine Ebu Cehil’di. Cehaletin, şirkin ve
zulmün babası Ebü Cehil şöyle dedi:
“Bu adam birliğimizi parçaladı. Umidimizi suya düşürdü.
Ölenlerimizi dalalette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti.”
Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda
İlahi dava karşısında duyulan can sıkıntısının da bir tezahürü idi.
Kızgın Umeyye söze karıştı:
“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.
Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanı
idi.
Meşhur cinci Dımad oradan geçerken bu konuşulanları
duydu. Umeyye’nin “Delidir” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan
ziyade bir acıma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve
mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed
(a.s.m.) onun eski bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa
borcu sayılırdı.
Dımad, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini
öğrenip onu iyileştirmeye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o hayalinin yeğane
ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı.
Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.
Ertesi gün ilk işi yeniden aramak oldu. Sonunda onu
Kabe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrahim’in arkasında tahiyyütta
oturmaktaydı. Namazını bitirip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir
tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman, ne
yapacağı pek belli olmazdı.
“Ey Abdülmuttalib’in torunu, bana dön bakalım” dedi.
Resulullah (a.s.m.) yönünü döndü ve,”Ne istiyorsun?”
dedi.
“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin
derdine de bir çare bulayım. Hastalığını büyütme. Senden daha ağır hasta
olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki bir takım kötü hasletlerden bahsediyor.
Ümitlerini iyice kırmışsın, cemaatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla
itham etmişsin, İlahlarını kınamışsın. Bunları ancak cinnet getiren bir kimse
yapar.”
Resulullah (a.s.m.) Dımad’ı sabır ve sükütla dinledi.
Çünkü o önce konuşanı dinler; sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icab
ediyorsa en güzelini yapardı. Henüz cehalet bataklığında olup, kafasında
putların inancını taşıyan Dımad’a da şöyle hitab etti:
“Hamd Allah’a mahsustur. Yalnız Onu medheder ve Ondan
yardım isterim. Allah kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de
saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan
Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim” diye sözlerine başladı ve
kendisine isnad edilenlere cevap verdi.
Dımad şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet
eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve
güzeldi. Beyninden vurulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyşin en uluları onu
“delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma
sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:
“Ne olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et”
dedi.
Vazifesi davasını zihinlere tesbit etmek olan Yüce
Peygamber tekrardan usanır miydi? Aynı hakikatleri aynı veciz üslüpla Dımad’a
bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımad daha fazla dayanamadı ve şöyle
haykırmaya başladı:
“Ben kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini
işittim. Vallahi, bu sözlerin benzerini hiç duymadım. Senin sözlerin
deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir
sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslama girmek üzere sana biat
edeyim” dedi.
Resullallah (a.s.m.) elini uzattı, Dımad uzanan eli
yakaladı. Böylece şirk cephesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha
kazanmış oldu.
Dımad bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından
sevilen ve itibar gören binsiydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh
hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bilen Resulullah (a.s.m.) biat elini
uzatırken,”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun nıu?” buyurdu. 0 da
tereddütsüz,”evet, kavmim adına da olsun’ cevabını verdi.
Resülullahın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan
Kur’an öğrenen Dımad, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde mensubu olduğu
Ezdu Şenue Kabilesine döndü.1 (Hz. Dımfid’ın bundan sonraki hayatı
hususunda, elimizdeki kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlamadık.)
1.Müslim, Cumua:13, 46; Usdü’l-G~i be, 3:4ı